Skip to content Skip to footer

Yaşadığımız dünyanın  4,5 milyon yıl yaşında olduğu düşünüldüğünde ve dört farklı jeolojik zamandan geçtiği bilgisi ışığında, iklim değişikliğinin yıkıcı etkisinin ne kadar büyük olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin dünyamız, günümüzden ortalama 250 milyon yıl kadar öncesinde “Pangea” adı verilen tek bir süper kıtadan oluştuğu ve ortalama 100 milyon yıl kadar önce de Afrika ve Amerika kıtaları başta olmak üzere iklim değişikliği temelli depremler, su taşkınları, volkanik patlamalar…gibi nedenlerle parçalanmaya başladığı görüşü bulunmaktadır. Bu kadar yaşlı bir dünyada, insanın atası sayılan Homo türünün varlığına ait kanıtlar ise ancak 2,5 milyon yıl kadar öncesine yani Pleyistosen ( Buzul Çağı) dönemine gitmektedir. Hominidler, neandertaller..gibi pek çok insan türünün günümüzde var olmamasına dair  savlardan biri de bu bağlamda, iklim değişikliğidir.

 

Türümüzün yani Homo sapiens var. sapiens ‘in MÖ 300 bin yıl kadar önce Afrika kıtasında evrimleştiği varsayılsa da insanın halen evriminin çok yavaş devam ettiği söylenebilir. Örneğin insanlar, parçalanmış kıtalar üzerinde avcı-toplayıcı topluluklar ( kabile, klan gibi) halinde yaşarken “Tarım Devrimini” gerçekleştirip ekip biçmeye başladığı, avlamak yerine hayvanları evcilttiği, gıdaları muhafaza ettiği, pişirdiği, birbiriyle muamele ettiği, vahşi doğaya uyumlu iken medeniyetler kurduğu ya da yerleşik hayata tam geçmese de yarı göçebe hayatlar sürdüğü ve günümüz insanına dönüştüğü öngörülmektedir. Harrari’ye göre;

 

“ Tarıma geçiş MÖ 9500-8500 yıllarında Güneydoğu Türkiye, Batı İran ve Levant bölgesinin tepelik arazisinde, düşük bir hızda ve sınırlı bir coğrafi alanda başladı. Buğday ve keçiler yaklaşık MÖ 9000’de, bezelye ve mercimek 8000, zeytin ağaçları MÖ 5000, atlar 4000 ve üzüm MÖ 3500 yıllarında evcilleştirildi. Deve ve kaju fıstığı gibi bazı hayvanlar ve bitkiler daha da geç evcilleştirildi, zaten MÖ 3500 civarında asıl evcilleştirme dalgası bitmişti. ”

Aslında evciltme süreci tam anlamıyla bitmemiştir, bunun yerine insan merakı ile doğayı taklit etme yani “ıslah” devreye girmiştir. İnsanlar, tarım yapmaya başladığında açık arazilerde, topografik yapı ile toprak üzerinde değişen hava olaylarına, ekolojiye bağlı ve  biyotik ya da abiyotik stres faktörlerine karşı savunmasız tarım yaşamaktaydılar. Doğal yetişen türler evcilleştirildikten sonra doğal yetişme sürecinden farklı davranmaya başlamıştır, örneğin inekler daha sakin ve itaatkar canlılara dönüşmüştür. Yine bitki ve hayvanlar hastalık ve zararlılara çabuk yenik düşmeye, gelişme geriliği yaşamaya, bodurlaşma göstermeye, daha hassas olmaya doğru evrilmiştir. Temelde ekosistem de ve biyoçeşitlilik içinde rekabet ve denge vardır ancak insan devreye girdikten sonra, diğer türlere karşı kendi ektiği/beslediği türü yetiştirme isteği bu sorunları beraberinde getirmişti, haliyle de değişen koşullara adapte olan çeşitler arıyor, geliştirmeye çalışıyordu bu da ıslahı kaçınılmaz kılmıştır.

“Sanayi Devrimi” ile 1800’lü yılların başlarından itibaren tarımda kullanılan alet ve makinaların değişmeye başlaması ile insanlar daha geniş alanlarda ekip dikme ya da yetiştirme işini yapmaya başlamıştır. Tarım alanları genişlerken ıslah hız kazanmış, sanayide yeni icatlar ile zaman ve işgücü kazanımı sağlanmış bunun doğal sonucu olarak da daha çok üretim yapılabilir hale gelmiştir. Sağlık alanında aşıların, ilaçların üretilmesi ise insan ömrünü uzatan en önemli unsur olmuştur.

Tarım, 1900’lü yıllara gelindiğinde halen en önemli geçim kaynağıydı lakin bu süreçte yeni dünya düzeni kuruluyordu, pek çok devletin sınırları değişiyordu ya da tarih sahnesinden bir bir silinmekteydiler. Osmanlı Devleti de bunlardan biriydi, çok uluslu yapısı ve 6 yüzyılı aşkın süren varlığı ile yaşanan değişim karşısında direnç göstermemiş, hemen hemen her alanda olduğu gibi tarımda da pek çok sorunla karşı karşıya kalmıştır. Sorunun temelinde eğitim yattığı için Tanzimat ile birlikte mesleki eğitimi ön plana çıkarmışlar ve meslek okullarını açmışlardır. 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde de meslek okullarının kapsamı genişletilmiş ve “tarım, endüstri, sanat ve ticaret” adı altında bazı meslek okulları açılmıştır (Doğan, 1983,). 1912 yılında çıkarılan Tedrisat-ı Ziraiyye Nizamnamesi ile tarımın geliştirilmesine yönelik amele mektepleri, çiftlik mektepleri ile Ziraat ve Ameliyat Mektepleri ve Mıntıka Ziraat Mekatib-i Aliyyesinin açılması için hazırlıklar yapılmıştır (Toprak, 2019). Ancak, isyanlar, savaş, göç, salgın hastalıklar ve bağımsızlık talepleri, kapitülasyonlar gibi sorunlar beraberinde tarımı zaten yapılamaz hale getirmiştir. Quataert ( 2004)’ de göre büyük çiftliklerin artmasına engel olan başlıca sebepler işgücü azlığı ile sermaye yoksunluğudur. Oysa Osmanlı Devleti’nin topraklarının yarısından fazlası küçük bir azınlığın elindedir ve tarımda olması gereken erkek nüfus ya silah altında ya da ölüdür, kadınlar ya salgın hastalıkla can çekilmekte ya da göç yollarındadır doğal olarak da küçük aile işletmeleri için ne sermaye ne de işgücü vardır. Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Adana ziyaretini gerçekleştirdiği 16 Mart 1923 tarihinde Türk Ocağı’nda bulunanlara hitaben;

 

“Kılıç ve saban bu iki fatihten birincisi ikinsicisine daima mağlup(yenildi) oldu… Çiftçi ve çoban bu millet için unsur-u aslîdir(temel ögedir). Vakıa(gerçi) diğer unsurlar bu unsur-u aslî (temel ögeler) için lazım ve faydalıdır. Lakin hiçbir tevehhüme (kuşkuya) kapılmadan bilmeliyiz ki o unsur-u aslî olmazsa diğer unsur da yoktur”

 

Bu bağlamda, Cumhuriyet daha ilan edilmeden ve bu konuşmayı yapmadan günler öncesinde toplanan İzmir İktisat Kongresinde şu kararlar alınmıştır:

Memlekette yerli malının kullanımının teşvik edilmesi

Teknik eğitimde gelişme ve üretim hızlanma sağlanması

Ülkede bulunan ham maddelerin işlenmesi ve kullanılması

İthalat yapmak yerine ülkemizde ürün yetiştirmek

Ülkemizdeki ham maddeleri işlemek için fabrikalar kurmak

Alışveriş yaparken yabancı firmalar yerine yerli firmaların tercih edilmesi

Demiryolları yapım çalışmalarının planlı bir şekilde yapılmasını sağlamak

Tarımsal alanların düzenlenmesi ve tarım ürünlerinin yetiştirilme sürecinin hızlandırılması

Ve aşarın kaldırılacağı bildirilmiştir. (17 Şubat 1925 tarihinde 552 sayılı kanunla kaldırılmıştır.) Ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra 1924 yılında Ziraat Vekaleti kurulmuştur. Bu bakanlığın temel görevi; “hükûmetlerin örgütlenme yapısı içinde halkın gereği gibi beslenebilmesi, zirai üretimin toplum yararına uygun olarak iç tüketim ve dış pazar ihtiyaçlarına göre artırılması, toprak–su ve diğer tarımsal doğal kaynakların etkili kullanılması ve korunması, ziraat ürünleri ve çiftçilerin emeğinin değerlendirilmesi, ziraat işletmelerinin teknolojik ve ekonomik gereklere göre geliştirilmesi; ülkenin ziraat politikasının esasları tayin ve tespit edilerek işlerin belirli bir intizam düzeni içerisinde yürütülmesi, ziraatla uğraşan kesimin modern teknoloji gereklerine göre düzenlenmesi, iyileştirilmesi, örgütlenmesi ve geliştirilmesine ilişkin her türlü hizmetleri yürütmek” olarak belirlenmiştir. Yine aynı yıl 442 sayılı Köy Kanunu çıkarılmıştır. Zira ekonomideki mik kalkınma köylerden başlayacaktır. 1927’de ülkenin genel durumunun görülüp tahlil edilebilmesi için Belçikalı bir uzmanın başkanlığında tarım, nüfus ve sanayii genel sayımı yapılmıştır (Çavdar, 2013). Tekeli ve İlkin (1997), Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk nüfus ve tarım sayımında, toplam nüfusun %81,6 ( 4,3 milyon kişi)’nın kırsalda yaşayanlar ve geçimini tarıma dayalı işlerden kazanmakta olan kişiler olduğunu ve ekilebilir toprak (%32) varlığının yalnızca %4.86’sının ekili olduğunu bildirmişlerdir. Oysa yaşadığımız coğrafya, Kuzey Yarım Küre’de Avrupa ve Asya kıtasını birbirine bağlayan bir köprü, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış yarımada olmakla birlikte buğday, mercimek, yulaf, havuç, turp, kavun, soğan, sarımsak, üzüm, zeytin, incir, kestane gibi pek çok ekonomik tahıl, sebze ve meyvenin anavatanı konumundadır. İklimsel ve de coğrafik özellikleri, Tarım Devriminin merkezi konumunda olması ve Vavilov’un gen merkezleri sıralamasında Akdeniz ve Orta-Doğu gibi iki önemli gen kaynağı içinde yer alması sebebiyle oldukça zengin ve kendiliğinden yetişen tür çeşitliliğini barındırmaktadır. Ancak başta savaşın sebep olduğu yangınlar, salgın hastalıklar, suların kirlenmesi gibi pekçok kirletici toprakların kullanılabilirliğini kısıtlayan bir başka faktördür. Günümüzde Türkiye Topraklarının kabaca 24 milyon hektarı ekilebilir tarım arazisidir. Ancak 8-9 milyon hektarı sulu tarım yapılabilir alandır. Tarım Bakanlığı verilerine göre ise bu oran 12.5 milyon hektarlık olup teknik nedenlerle sulama sağlanamamaktadır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren tarımda makineleşmeyi teşvik amacıyla, makineyi kullanacak ve tamir edecek personeli yetiştirmek için tarım ve makinist okulları açılmıştır (Avcıoğlu, 1969). Bu bağlamda demiryolları ve tarım sektörünün bağı dikkate değerdir. Yine 1928’de kapatılan Osmanlı Devletinden kalan Halkalı Ziraat Mektebi gibi okulların hocaları Tezel (1994)`in bildirdiği gibi başta Almanya olmak üzere yurt dışında eğitime gönderilmiş, dönen hocalarla 1930’da Ankara Ziraat Mektebi açılmıştır.  Günümüzde Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi adını alan okul 20 Haziran 1933 tarih ve 2291 sayılı kanunla Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Yurt dışından pek çok yabancı hocanın ders vermek için geldiği Yüksek Ziraat Enstitüsü ziraat eğitiminde kadınlar içinde önemli bir yere sahiptir zira 1946 yılına kadar 102 kadınımız bu okuldan mezun olmuştur. Yine Gazi çiftliği, Yalova Baltacı Çiftliği gibi pek çok modern çiftlik örneği tesis edilmiştir.

 

1929 Dünya Ekonomik Buhranı tüm dünyayı etkilediği gibi Genç Cumhuriyeti de etkilemiş ve beş yıllık kalkınma planları uygulanamamıştır. İhracatın %80’inden fazlasını tarımsal ürünlerin oluşturduğu bu dönemde, krizin etkisiyle düşen dünya tarım fiyatlarının ve ihracatın ağırlıklı olarak yapıldığı Batı ülkelerindeki konjonktürel şiddetli talep düşüşleri ihracat rakamlarına olumsuz yansımıştır (Kazgan, 2012.. Buna karşın denk bütçe uygulaması zaman zaman ithalat kaynaklı açık verse de başarılı olduğu söylenebilir. Bu ekonomik buhran sürecinde tarım ürünleri verimleride de ciddi düşüşler yaşanmıştır. 1937 ve 1938 yıllarında başlıca ihraç edilen ürünler arasında tütün, tömbeki (nargile tütünü), fındık, kuru üzüm, ham pamuk, tiftik, adi yün, keçi kılı, ham deri, incir, canlı hayvan, krom cevheri, maden kömürü, nohut, çavdar, buğday, yumurta, palamut, afyon, bağırsak, ceviz, arpa, kereste, zeytin yağı sayılabilir (BCA, 30-10-0-0/24-139-1).  Bu dönemde çiftçiye ziraat bankasının kredi vermesi sağlanmış, traktör ve pulluk dağıtılmıştır. Çıkarılan kanunlara kooperatifleşmenin önü açılmış ve Atatürk öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kalan %65+ borçları ödenmiştir.

 

Birinci dünya savaşı ve kurtuluş savaşını ağır kayıplarla, ekonomik buhranı ve ikinci dünya savaşını çok büyük kayıplar vermeden  atlatan Türkiye, bir kaç yıl içinde “Yeşil Devrim” ile tanımıştır. O yıllarda göztaşı ve kükürt dışında bazı bitkileri kullanan çiftçiyi, devletin ithal ikameci uygulaması ve yüksek gümrük vergileri korumuştur. Ancak DDT bu korumayı delmiştir. Günümüzün en büyük problemleri ve kirleticileri olan kimyevi gübre ve pestisitler, liberal ekonomiye geçişle birlikte ihracat kalemleri arasında yer alan tarımsal ürünler için diğer ülkelerle rekabet edebilmesinin önündeki engel gibi kabul edilmiştir. Oysa, hemen hemen her yıl Türkiye’nin yıllık  40-45 milyon ton olan sebze ve meyve üretiminin ihraç edilen ve yaklaşık 36 milyar dolar olan tarımsal ürün kısmında yapılan analizler sonucu “kalıntı var” diyerek geriye dönmesine sebep olmaktadır. Ayrıca iklim değişikliğindeki payı bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Gaia Vince’nin Nomad Century (Göçebe Yüzyıl) kitabında şöyle bir ifade yer alır;

 

“Tahminler korkunç. Çevresel, sosyal ve demografik bir felaketle karşı karşıyayız: sular altında kalmış şehirler; durgun denizler; biyolojik çeşitlilikte bir çöküş; dayanılmaz sıcak hava dalgaları; yaşanmaz hale gelen ülkeler; yaygın açlık; ve yaklaşık 10 milyarlık bir küresel nüfus. 3-4°C daha sıcak bir dünya tam bir kabus gibidir, ancak birkaç on yıl içinde bu noktaya geleceğiz. ”

 

Bu bağlamda oluşan tüm senaryolar dünyayı kurtarmak üzeredir. Örneğin ” Yeşil Mutabakat” ile pestisit ve kimyasal gübre kullanımını AB azalırken karbon ayak izi ile ihracat engeli koymaya hazırlanmaktadır. Amerika başta olmak üzere Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde GDO üretimi hız kazanmıştır.. Son birkaç yılda Türkiye’de yaşanan orman yangınları, düzensiz yağışlar, Covid-19 gibi ya da şap gibi salgın hastalıklar, artan sıcaklık, topraklarda çoraklaşma, başta Konya olmak üzere oluşan obruklar, taşkınlar, depremler… ve pekçok afet göstermektedir ki tarımı açık alanda yapmak çok büyük bir risk haline gelmiştir. Türkiye’nin kör noktası olan tarım, geri dönüşü mümkün olmayan bir yolda yeni dünya düzeni kurulurken öksüz ve yetim kalmıştır.

 

Sonuç olarak hatırlatmakta fayda olacaktır, dünyamız dört farklı dönemde geçirdiği iklim değişikliği ile yaşanabilir hale gelmiştir, günümüzde ise biz insanlar eliyle gerçekleşen iklim değişikliği sebebiyle kendi türümüzün sonunu getirmektedir.

 

Ziraat Mühendisi Nilüfer Fatma Aydemir

 

4 Aralık 2025 – Denizli

Leave a comment